İçeriğe geç

53 SENE GEÇMİŞ

    Biraz gerilere gidelim zaten öne gittiğimiz yok, “Yürüyelim abiler ön kapı sıkıştı.” Diyen şoför bile kalmadı. 

    1970 yılı, Yıldız Mimarlıkta okuduğumun ikinci yılı. Yaz tatili Manisa’ya geldiğimde koca yaz vakit geçmiyor. istanbul’un havasını almışız suyunu içmişiz taşradan sonra İstanbul sarhoşu olmuşuz, geçer mi geçmez. Eh bir de meslek aşkı oluşmaya başlamış, Rahmetli Ustam Mimar Yaşar Mercül’ün Beyazfil’deki ofisinde çalışmaya başladım. Çok kısa sürede hem ustamı hem ofisteki gırgırı onun arkadaşlarının sohbetlerini sevdim. Onlarda beni sevdiler abi kardeşten ziyade arkadaş olduk. Benim Yıldız’daki proje hocalarım ile Yaşar abinin Dokuz Eylül Üniversitesi’nden asistan arkadaşlığı var. Ben onları anlatıyorum onlar da bana, her Manisa’ya gelişimde “Artizing Yaşar’a selam söyle” derlerdi. Ustamın onların arasındaki lakabı buymuş.

    Beyazfil’in (Sosyal Sigortalar Kurumu) asma katındaki ofis, asma katın merdiven holüne açılırdı. Holün bir köşesinde caddeye Mustafa Kemalpaşa Bulvarına bakan bir çay ocağı vardı. Çaycılık yapan Mehmet abi kafa dengiydi. Merdiven holünün caddeye bakan çay ocağının yanındaki  Mustafa Kemal Paşa Caddesine bakan genişçe pencerenin önüne, akşam mesai çıkışında (Caddeler o zaman boş, mesai bitimi kalabalık olurdu)  dizilip gelip geçeni, caddeyi seyrediyorduk. Pencerenin parapetini, önünü, sehpa gibi kullanır çay bardaklarını yudumlar yudumlar oraya koyardık. Ustamın arkadaşları Namık abi, Cengiz abi geldiklerinde pencere önü şenlenirdi. Cengiz abinin sesi güzel o geldiğinde fasılı kurar pencere kasasına vurarak tef gibi kullanır tempo tutardık. Merdivenden inen sigorta çalışanları gitmiş bina boşalmış hol bize kalırdı.

    Bazen ama, Yaşar abi “Bu öğlen tükürük köftesi yiyelim” dediği çok zaman olurdu. Yenihan’ın yanındaki köfteciden gazete kağıdına sarılmış bolca közlenmiş domatesli, biberli, (soğanı pek sevmem) dirseklerimizden akan yağlarla tükürük köftesini yer, arada bi yağ bulaşmış koyulaşmış gazetedeki yazılara gözüm takılırdı. 

    Bülent’in (Bülent Hasgönüllü) Pazartesi günkü yazısında hem Beyazfil hem gazete ve hem de gazete kağıdına sarılmış tükürük köftesinden bahsettiği yazısını okuyunca bu anılarım canlandı.

    Beyazfilin mozaik tarak sıvalı sütunlarının bilhassa revaklar altından veya caddeden geçenler bu sütunlara asılmış Bülent’in anlattığı bahsi geçen gazeteleri okurlardı. Tabii herşeyin mertliği bozulduğu gibi gazeteler de bozuldu! Fitness salonlarının bakkal dükkanı gibi çoğalmasının (artık bakkal dükkanları da çoğalmıyor, marketlerin demek lazım gelir ancak eski deyimler kullanmak ben gibi eskimişlere yakışıyor) nedeni, tamamen internet ve mobil telefon sevdası hem de karasından. Herşey parmak ucuyla bir tık kadar.

    Mutfaklara; yok seramiği, yok tezgahı, yok ocağı, fırını, blenderı, şimdi de airfreyi, dünya kadar masraf yapıyorlar. Artık mutfağın da mertliği bozulmak üzere hatta “Bu akşam dışarda yiyelim sevgilim. Serpme kahvaltısı çok güzel aşkım.” Öğleyin evde zaten kimse yok çalışıyorlar. Mutfaktan önce evlilikler bozuluyor. Başlıca nedenlerden biri, internet, getir yemek, götür beni.

    Tükürük köftesinin gazetesinden nerelere geldik. Avcılığı ile ünlü köyün birinde bir köylü yeni bir avcı fıkrası öğrenir, kahveye gidip anlatmak ister. Kahvede kimse de av muhabbeti yok, bekler konu açılsın da anlatayım diye. Bakar mevzuu açılmıyor. “Bommm” diye bağırır. Kahvedekiler “Allah tüfek patladı” derler. Bizim köylü “Hah hazır laf avcılıktan açılmışken” diyerek yeni öğrendiği fıkrasını anlatmaya başlar. 

Laf Beyazfil’den açılmışken… 53 sene geçmiş.

Reklam

TOP OYNADIM ACIKTIM

Çocuktum, ufacıktım,

Top oynadım,acıktım.

Buldum yerde bir erik,

Kaptı bir Ala Geyik.

Geyik kaçtı ormana,

Bindim bir ak doğana.

Doğan, yolu şaşırdı,

Kaf Dağından aşırdı.

Attı beni bir göle; 

Gölden çıktım bir çöle,

Çölde buldum izini,

Koştum, tuttum dizini.

……………………….

Kehribar üzümlü bağlar, kuyulardan arkla sulanan bahçeler, yaylada kirazı, kış gelince ayazı, karlı dumanlı doruğu, dedelerin buyruğu, ninelerin masalı. Kaf dağından aşılalı, yıllar yıla ekleneli, bunca ömür geçeli çooooook zamanlar oldu. 

Ziya Gökalp’in bu şiirinde Türk boyunun halkının geçmişini anlatır. Belli bir yaşa gelmişler bu şiiri çocukluğunda öğrenmelerine rağmen unutmazlar. Hey gidi günler hey diye hayat hikayelerine, çocukluğundan bugüne geçen günlere hayıflandıklarında bu dizelerle bitirirler anlattıklarını.

Çocuktum, ufacıktım,

Top oynadım,acıktımmmm.

Tozlu topraklı sokaklardan, Arnavut taşlı yollardan, asfalt kaplanmış kapkara bulvarlardan, üç beş ağaçlı otlu sazlı yeşil alanlardan, basit basık saçaklı kerpiç evlerden, kocaman bahçeli hanaylı konaklardan, iki tekerlekli brik arabalardan burunlu otobüs, motoru çevirme kollu çalışan araçlardan, manyetolu, çevirmeli ankesörlü telefonlardan, uzak yerden ayağının tozuyla geldin otur dinlen denilip ikram edilen kar sulu soğuk şerbetlerden, yamalı pantol, pençeli postal, kundura denilen ayakkabılardan, torba, örgü file ile gidilen pazarlardan, suyu dirseğinden akan elma portakal, kavun karpuz, şeftalinin tadından, dökme sabun kokan biryantinli saçlardan, her sabah uzun kıllı fırça ile köpürtülen sabundan traş olunan usturadan, wilkinson marka jiletlerden, lambalı, transistörlü taşınabilen radyolardan, akşam ajanslarından, can kulağıyla dinlenen piyeslerden, 

Geçen hayatını özetler, çocuktum ufacıktım top oynadım acıktım. Hey gidi günler hey diyerek.

Cep telefonlarında bir program var çocuğun yaşlı, yaşlının çocukluk halini gösteren bir program. Herşey değişiyor dünya bile güneşe yaklaşıyor, suları kuruyor, ormanları yanıyor, şehirleri yaşanmaz hale geliyor… 

Zurnanın zırt dediği yer burası. Yaşanmaz hale getirdiğimiz dünya.

Manisa’da öyle bir hale geldi ki bu hal daha da hayret edilecek kadar gidecek. Yık yap sat. Gençliğimde yapsat yasası vardı Manisa bir evre yaşadı, yaşlılığımda kentsel dönüşüm. 

İpek böceği gibi. Koza, kelebek, böcek. Böcek sonunda ne yapıyor yeşillikleri özellikle de dut yapraklarını yiyor koza yapacağım diye iplik üretiyor. O kozaları patlatıpta bozmasın diye kozalarla birlikte böcek de kaynar suda kaynatılıp ipek kumaşlar için iplik üretiliyor. 

Bal toplamak için arıya atmadığımız takla kalmıyor. Peteğinden dumanla kovuyoruz peteği alıp kovana boş çerçeve koyuyoruz aaaaa diyor arı boş çerçeveyi görünce, başlıyor bal yapmaya durmak nedir bilmeden. 

Süt veren ineklere şarkı dinletiyorlar. Besleyelim de büyüsün ninni. Sütü bizim içtiğimizi bilse inek süt verir mi? Vermez, arı da balını vermez. O, sütü buzağısı içecek diye biliyor. Organik tarımda zararlı böceği, üretilen bir başka düşman böcekle yok ediyorlar. İlaç kullanmıyorlar.

İşte insanlık da çevresini yaşadığı alanı böyle yok ediyor. Dağ taş konut, heryer sanayi. İhtiyaç baş gösteriyor. Su, enerji, gıda… Gıda demişken onunda plastiğini yapmaya başladılar. Dünya zenginleri kendilerine yaşam alanları açmak, sefil, aptal, akılsız insanlardan kurtulmak için hastalık üretiyorlar. Görmediğimiz bilmediğimiz inek gibi arı gibi ipek böceği gibi yeraltında hizmetkar robot insan üretim merkezleri ve kendileri için sığınaklar yapıyorlar. 

Artık top oynayarak acıkılmıyor, eriği kapan alageyik değil. Romantizm akımı çoktaaan bitti. Realizm hatta sürrealizm devri başladı ama, biz hala empresyonist takılıyoruz.

Top oynadım acıktım, eriği alageyik kaptı. Hey yavrum hey.

HAY/AT

Sarı inek, iki dönüm bahçe, kocaman bi dut ağacı olan koca ev, üç oğlan,

Evde kayınpederi dedem, babannem, amcam, Anacazım nasıl baş etsin, hicran.

17 Kasım 1949 Perşembe günü saat 10.00’da dünyaya bağırarak gelmişim. 

Bu tarihi Anam ne bilsin rahmetli, üç oğlan en son ben de gözlerim kapalı gelmişim.

Evde bi telaş, konu komşu doluşmuş,

Haber salınmış, Elif ebe koşmuş 

Bizim çıkmaz sokağa girmeden 

Karşımızdaki çıkmaz sokakta evi hemen.

Çocuk aklımın erdiği zamanlarda sokakta yapılan düğünlerde 

Kadınları tahta sandalyelerden asılırcasına oyuna kaldırırdı Elif ebe.

İrice bir kadındı nasıl unuturum ebemi 

Dobracı bir kadındı her işe koşar dosdoğruydu Elif gibi.

Gelelim başa tarih bilinir de günü saatini kimse bilmez

Soracak anam babam kalmayınca 75 sene öncesi hiç bilinmez.

Perşembeyi çağımızın dedesi gogıl biliyor

Saati de ben dedim, bana 10 iyi geliyor.

Narlıca mahallesi burası 

Ulu çınarları bol olası

Her çeşmenin bekçisi çınarlar

Gölgesinde bolca akar suları pınarlar.

Çok ev buradan suyunu alır

Ev, sokak, heryer yıkanır.

Bahçede odun ateşinde kazanda kaynatılan çamaşırlar

Odun külü ile ağartırdı anam, o iki dönüm bahçe, ev, heryer parlar

Bahar geldiğinde Dut zamanı kabustur anama 

Olgunlaşmış dutlar dökülür her an her yana.

Süpürmekle baş edilmez hele komşular toplamaya geldiğinde

Akşam yatsıya kadar işi bitmez anamın koş koşabildiğince.

Sabah erken sarı inekten sağılan süt kahvaltıya konur

Tereyağ, muhallebi, en son kalandan yoğurt yapılır.

Büyümeye yakın İbrahim Çelebi’ye geldik evimiz kerpiçten yapıldı

Çilesi bitti anamın sarı inek satıldı, babannem hakka katıldı.

Abimlerin bıraktığı sırayı ben doldurdum

Murat Germen okuluna öğrenci oldum.

Amcam çoktan evlenmiş, Dedem rahmetli olmuştu.

İlkokul bitmiş lise üniversite derken mimar olmuştum.

Ağabeyimler evlenmiş evden uçmuşlar sıra bana gelmişti

Anam yazık, cefakarım. Acelesi neymiş iki gelin yetmezmiş gibi

Bana kız bakar tanıdıklarına sorar arar, arardı.

Bana hiç sormaz, aslında benim gönlüm bir başka bahardaydı.

Bundan sonrası herkesçe malum, hayat işte yazıldığı kadar yaşanır.

Yaş 73 olmuş. Kız, oğlan, iki çocuk, dört torun, gelin damat, bundan sonrası Hak’ka kalır. 24.ARALIK.2022

KOMŞU/LUK

İnternette sayfası olan bir mimarlık sitesinde: Tanınmış mimarların projeleri ile yarışma projelerinin yayınlanarak paylaşıldığı, tartışmaya açıldığı, yorumların yapıldığı, karşılıklı atışmaların, tenkidlerin, yorumlara verilen cevaplar ve irdelemelerin yapıldığı, çok hararetli sıcak, dumanı üstünde olan ‘Forum’ adı altında aynı sayfada bulunan bir platformu vardı. Yıl 2008, ben de bilhassa yarışma projelerine biraz ağır biraz tiye alarak çok yorum yapıp hararetli tartışmalara sebep olmuştum.

İki sene önce 2020 yılı bahar ayı olmalı bahçesinde oturmuştuk çünkü. Yeni arkeoloji ve etnografya müzemizi, müdürünün daveti üzerine gitmiştim. Artık her şeyi bittiği için açılacak deniliyordu. Manisa’mızın Mimar Sinan’ın 1583-1592 tarihleri arasında yaptığı Muradiye Camisi’nin külliyesinden yani o tarihten bu yana yapılmamış yeni arkeoloji ve etnografya müzemizi merak ediyordum, gidip göreyim istemiştim. Tamamen bitirilmesi için ufak tefek işleri var, yapımcı firmanın şantiye barakaları müze girişinin yan tarafında. Bu barakaların birinden çıkan bir şahıs, “Hoşgeldin” dedi. Firmanın teknik müşaviriymiş. “Beni hatırladın mı? Dedi. Adını söyledi sonra Forum’daki rumuz ismini söyledi. Hatırlamıştım, gülüştük. Gülüşmemizin sebebi. Forum’da bazen ipin ucunu kaçırıp ağır yorumlar yaptığımız yazışmalarımız aklımıza gelmişti. İnternetten arkadaşımdı diyebilirim.

Sosyal medya sitelerinin bilhassa Facebook’ta arkadaşlıktan öte bireyi olduğumuz ve birlikte aile oluşturduğumuz bu site: O kadar senli benli, ulu orta yazışıldığı, fotoğrafların paylaşıldığı, hatta hastaneden hasta yatağının baş ucunda acıdan sancıdan buruşmuş yüzüne rağmen gül biraz feyse koyacağım deyip zorlanıldığı, cenazelerinde kabre toprak atarken resmedilip paylaşacak kadar ileri giderek, yediğini içtiğini, acı tatlı gününü, yayınladığında, doğum gününü  hatırlattığında, üye olan herkesin paylaştığı hatta en yakınımızın dahi unuttuğumuz doğum gününü feys arkadaşı bizden önce kutladığı bir dönemdeyiz. Birini sorduğumuzda tanımıyorum ama şimdi feysten öğreniririz denildiği donunun rengine kadar istihbaratların yapıldığı devirdeyiz. Düğün nişan yemek ikram, yarışlarının yapıldığı, feyse koyacağım deyip uçurumun dibinden, kulenin tepesinden, köprünün üstünden, hayatlarını kaybedenlerin olduğu bir zamandayız.

Bir de yine bu zamanda farklı bir yaşantının içindeyiz. Apartman denilen ucbelerde bırakın yan komşumuzu aynı apartmanda kapı karşı komşumuzu tanımıyoruz. Yine feys imdadımıza yetişiyor. Eski fotoğrafların altına; komşuluğun nasıl olduğu, kapı önü sohbetleri, sokaklarda yapılan düğünler, akşam oturmaları, bu yorumlarda birbirlerini bulan eski komşu çocuklarının birbirlerine çocukluk anılarını anlatmaları… 

Vah arkadaşlık vah komşuluk, nerde o eski günler bi tas çorbanın götürüldüğü yemeğin paylaşıldığı günler artık gönüllerde kaldı. Kederlenip hayıflanıp dövünmenin zamanında değiliz. ‘Devir değişti’ bu da atasözü gibi bir deyim oldu. Artık sosyal medya arkadaşlığı var olaki o gün sayfaya bakmadın ‘Dürt’ tuşu yapmışlar. Hani eskiden komşuluğa gidip uyukladığımızda kadınlar kocalarını dürterdi ya onun gibi bir şey. Dürtmese kulağını çınlatıyor bakıyorsun, duymadın üç kişi beş kişi on kişi aramış rakamları beliriyor. İllaki bakacan. El kadar alet yedisinden yetmişine içine düşeceğiz. Kazalara sebep olup canlarına canlarımıza kıyanlar var.

En çok da duygularımızı katbettk ne özlem ne hasret ne burun direğinin sızısı kaldı. Hepsi bitti. Çocuklar Amarika’da gelip gitmek zor ama feyste hergün beraberiz. Sevgilisinin sümüklü fotoğrafını feyste görünce ne aşk ne meşk birşey kalmıyor. 

Yaşım geçince, bebek arabasındaki bebelere baktığımda nasıl bir zamanda yaşayacaklarını merak ediyorum. İnşallah ‘Avatar’da olduğu gibi mutluluk diyarında yaşarlar.

YÜRÜ GİT

Bugün belediyeye yaya gideyim dedim. Hava, biraz güneş biraz bulut yerler akşamdan yağan yağmurdan kalma ıslak, kaldırımlar kaymaya müsait, temkimli yürüyorum. Takım elbise kravat tedbir için pardesü olunca, ayakta yürüyüşe uygun olmayan kıyafete uygun ayakkabı oluyor.

Kaymamak için önüme, görmek için etrafa sağa sola bakarak gidiyorum. Evden çıktım Şehzadeler’den Yunusemre’ye doğru İzmir Caddesindeyim. Yol boyunca kaldırımlardan sekerek gidiyorum desem yeridir. Süperonline, doğal gaz, elektirik, su kapakları, bazen kanalizasyon parsel bacaları, kırık çatlak karolar, basınca su fışkırtan sürpriz boşta duran döşemeler. 

Karaköy, bugün pazarı, pazar giriş çıkışında yayalara ama özellikle trafiğin akışına mani olan hatta trafiği düğüm eden yol kenarına park etmiş araçlar, Allah’ın emri! olmazsa olmazımız. Elinde torbalar taşımaktan yorulmuş evine gitmekte olan pazardan çıkan vatandaş daha fazla taşımayayım diye yola atıyor kendini ki eve durmadan beklemeden varayım telaşında. Araç trafiği kilitleniyor pazar torbasıyla. Üç zabıta beş görevli sadece bugüne ait olmak üzere çözer meseleyi.

Şeyh Fenari Cami’sine yaklaşırken parklar yeşlil alanlar gözükmeye başladı. Yol kenarında band şeklindeki yeşilliklerin diplerinde savrulurken sığınacak yer bulmuş çınar yaprakları.  Biri gitmiş yerleşmiş diğerlerini de çağırmış yığın oluşturmuşlar. Bir göç hikayesi. 

Yeşil bandların aralarından geçen vatandaşlar yeşili bozarak yol yapmışlar. Çamur, kırık sarkmış düşmüş bitkiler ile oluşan yaya yolu. Yaya kaldırımından geçilsin diye demir bariyer korkuluk yapılınca yağdırıyorlar, bunları görünce az bile yapıyorlar.

Bu bölgede önünde beş metrelik çekme mesafesi olan apartmanlar var dükkanların istila yeri. Pastane masa sandalye, manav portakal elma, boy boy renk renk temizlik deterjanları bakkaliye. Eh taşmayınca en azından yayalar yürüyebiliyorsa kime ne.

Akmescit kavşağından sonra çınar yaprakları uzanıp yere sere serpe, yağmurla yapışmış gibi kaldırımlardaydı. Yerinden çıkmış bordürler, refüjden kaymış toprakların üzerinde otlar bankamatiklerin arkası halı altına itilmiş gibi çöpler, yağmurla yeşermiş otlar otlar. Tarihi manisa’yı şimdi anladım. Harbiden tarihiymiş de eserlere bakarak söyleniyormuş sanıyordum oysa her yerinden tarih fışkırıyor!  Moriş Şinasi önündeyim bir Sağlık müdürlüğü ki bakanlık gibi. Yanı başında çocukluğumun bahçesinde oynadığım çocuk hastanesi, en son torunlarımdan birini tedavi ettirmek için gitmiştik. Yapı  hastanelikten çıkmış adına şimdi “vefa” diyorum vefasızlık örneği olmuş yapıya. 

Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kaşaneler gördüm.

Dolaştım mülk-ü İslamı, bütün viraneler gördüm. 

Meteorolojiye geldiğimde aklıma Ziya Paşa’nın bu şiiri geldi. Manisa’yı bilmesem; ha Sıvas, ha Uşak, Denizli, ha Balıkesir’deyim. Yok birbirinden farkı olan şehirdeyim. Bir de Konya’ya gittin mi? Gördün mü Nevşehir’i? Derler.

Kavşağa yakın Yunusemre belediye inşaatı Mimar Sinan Bulvarına bir karış, yanıbaşında 4000 yıllık tarihi olan Manisa’nın etnografya müzesi yola dört parmak az ötesinde Polisevi yoldan bir adım geride. Bunlar Magnesia AVM’den sonra yapılanlar hiç mi görmemişler; önündeki geniş yeşil alanı havuzu, sonra yapılan Manisa Praym mı? Yeni imar yapıldı Mimar Sinan Bulvarını biraz bunların önüne kaydırsaydık da diğerlerinin karışlık mesafeleri adımlık hale gelseydi.

Evet kentler nasıl farklı değilse insanlarımız da haliyle farklı olacak değiller ya. “Manisa Prime” güvenlik girişinin yanında herkesin görmesi için konulmuş gibi 3-5 kova dip dibe. Bi yerden belli etmezsek kendimizi şaşardım. Hadi onu koyan cahil aklı ermedi! ya güvenlik, onun da gözü AVM’ye girenlerin çantalarında.

Hani hızlı gidince gözükmez diyorlar ya, yürümek ne işine gelir.

SON UĞRAK

        Çağımızın hastalığı ama farketmiyoruz, çünkü ağrısı, görünür bir yerimizin acısı yok. Canımız yanmadığı için farkında değiliz. 

        Evimiz, arabamız, çocuklarımız, işimiz, gücümüz, cebimizde telefonumuz. 

Bir tık uzağımızda dünya, herşey ayağımızda, kulağımızda, gözümüzde, elimizde, mutluluktan uçuyor, sevinçten dünyalara sığamıyoruz, yetmesine rağmen tatmin olmadığımız, fazlasına rağmen doymadığımız, maddi imkanlarımızın peşinde koştukça koşuyoruz.

        Bazen birinin ayağına basıyor, bazen üstüne çıkıyor, çoğu zamanda birinin omuzuna tutunarak yükselmeye çalışıyoruz. 

        Yorgun düştüğümüzün, yorulduğumuzun farkına vardığımızda;  zaman geçmiş, sosyal ve ekonomik şartlardan çocuklar ya başka şehirlere hatta ülkelere gitmiş, en azından evlenip başka semtlere yerleşmişler. 

        Kalabalık geleneksel aile yaşantısı zamanımızın iktisadi şartlarıyla değişmiş her aile kendi başına, kendi imkanlarıyla hayatlarını sürdürmekteler.  Giderek yalnızlaşmaya başlıyoruz. 2019 yılı TÜİK verilerine  göre ülke nüfusunun % 16,9’u tek başına yalnız yaşıyor. Sadece eşlerden (çocuklar hariç) oluşan aile %13,9, baba ve çocuklardan oluşan %2, anne ve çocuklardan %7,2’dir. Tek çekirdek aile yani anne baba ve evlenmemiş çocuklardan oluşan bu aile tipi, birçok kentte endüstrileşme ile gelen sosyal ve ekonomik bir hayat tarzı olup nüfusun %65’i böyle yaşamakta.  2021 yılında bu sayı %70’lere gelmiştir. Endüstrileşme ile gereksinim duyulan işgücü, genç nüfus ve kırsal kesimden göç ile kalabalık aile yapısı dağılarak tek aile tipi yaygınlaşmış ve bu şekilde yaşamak daha da artarak büyüyecektir.  

       Bu yaşam şekli ile çocuklar yuvadan uçup gitmiş, dostlarımızın bir kısmı bizden çoktan kopmuş, biz kısmı göçüp gitmiş, çoğu kendi derdine düşmüş, yalnız kalmışızdır. Hani her şeyimizin olup da içimizi acıtmayan, hani ağrısı sızısı olmayan hastalığımızın farkına şimdi varıyoruz. Yalnızlık. Son bir umudumuz vardı eşimiz, o da kendi canının derdinde hastalıkla uğraşıyor, bizim kendimize bakamadığımız yetmezmiş gibi bir de o. Bir zaman sonra o da gidince yalnızlığın en acısını yaşamaya başlıyoruz.

           İşte: 

       Telefonumuz elimizde herşey hala bir tık yakınımızda ancak açan olmayınca, ses gelmeyince, aradıklarımız hep çekmeyen! yerlerde olduğunda, veya bizlerden çok uzaklarda yaşadığında bir saat, üç saat, beş saat, bir gün, bazen birkaç gün sonra “Çok yoğundum bir şey mi vardı?” Diyenlere karşı iş işten geçtiğinde ki yerdir burası.

     Çocukları yuvadan uçurupda onları bir başka yuvaya yerleştirmek bir olgudur. Hatta övünme vesilesidir. Kimi gurbet ellerde, kimi geçim derdinde, kimi kendi hülyalarında, kimi dünya heveslerinde, kimi kariyer yapacağım der, kimi benim de çocuklarım var der. Yalnız kalırız. 

      Kimi hep beraber olalım geçinip gideriz dese de alınganlık bırakmaz bizi. Hassaslaşmış her uzvumuz: Kalbimiz camdan daha kırılgandır, gözümüz musluğu aratmaz derecededir. Yalnızlığın acısı duyulmağa başladığında “Ben gideyim artık sizin derdiniz size yeter” dendiğindeki yerdir burası.

     Yalnızlık yakarcasına azmıştır, her yanımızı sarmış beynimiz zonklamaktadır. Düşüncelerimiz karmaşık, sağlığa kavuşmamızın artık zamanı geçmiş yaşlanmış, direncimiz düşmüştür, ne ilaç ne doktor ne kapısından eksik olmadığımız hastanelerin geniş koridorlarında bekleyişler kâr etmez artık. 

     Hastane koridorunda doktor kapısı önünde sandalyeye oturmuş sıramızı beklerken, kapı üstündeki çağrı kutusundan adımızı gözlerimizi kıssakda gözlüklerimizi silsekde okuyamadığımız, çağrıları duyamadığımız o anlarda “Amca seni çağırıyorlar gel koluma gir içeriye götüreyim” diyen bir sese, bir kimseye elimizi uzatır, minnet duyar teşekkür ederken gözlerimiz dolduğunda işte yalnızlığın acısını o zaman hissederiz hem de ta derinden. Kalbimizin en ücra köşesinden duyarız feryatları, göğsümüz sıkışır. Yalnızlık yüreğimizi kavurmaya başlamıştır. Her yanımızın yandığında ki yerdir burası.

“Artık demir almak günü gelmişse zamandan

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;

Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,

Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!

Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,

Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.”

       Yahya Kemal Beyatlı’nın bu eseri her ne kadar ölümü anlatsa da insanın son limanından önceki limandır burası.

        Köprüden önce son çıkıştır burası. 

        Hiç tanımadığımız birileri yanımızda, arkamızda, etrafımızda dönüyor, yediriyor, giydiriyor, hatta altımızı alıyor, alt bezi bağlıyor, karşılığında bin kere “Allah razı olsun” diyoruz. Uzun zamandır bu cümleyi ağzımızdan hiç eksik etmediğimizi farkettiğimiz yerdir burası. 

       Yeni tanıştığımız ama konuşurken ne onun duyduğu ne bizim anlamadığımız ama bir arkadaşım var dediğimiz yerdir burası. 

       İlacı bir elimize su bardağını diğer elimize verip, tansiyon aletini sıkça kolumuza taktıkları yerdir burası. 

    Artık hastanede yalnız bekleyişlerin olmadığı hatta hasta odamızda yatağımızın başucunda refakatçi olarak  birilerinin beklediği yerdir burası.  

    Birilerinin elimizden tutup bahçede güneşlendirdiği, ağaçların arasında, çiçeklerin içinde, gezdirdiği yerdir burası. 

      Şöyle zar zor da olsa iki büklüm bedenimizden başımızı yerden, masmavi gökyüzüne kaldırdığımızda, yaşadığımızı hissettiğimiz, küskünlüğümüz ile hayattan vazgeçtiğimizde, yeniden doğduğumuz yerdir  burası. 

        Burası neresi mi? 

Biz buraya HUZUREVİ diyoruz.

SESSİZ İSTİFA

Bir kasabada kalem fabrikasında fabrika sahibi çalışan işçileri toplar “Arkadaşlar bunca yıl beraber çalıştık artık başka kalem fabrikaları da açıldı rekabet gücümüzü kaybettik kaliteli üretim yapmamıza rağmen kalemleri satamıyoruz böyle giderse yakında fabrikayı kapatmak zorunda kalacağım. Şimdiden iş aramaya başlarsanız sonra mağdur olmazsınız” der.

Bu konuşmadan sonra ertesi günü işçiler öğle yemeğinden sonra toplantı yaparlar. Sözü dinlenen sevilen arkadaşlarından biri, “Arkadaşlar, yıllardır bu fabrikadan ekmek yiyoruz, bu fabrika ekmek kapımız, bu fabrikayı kapattırmayacağız. Bunun için ne yapmamız gerekiyor? Mesaiden sonra kalemleri elimize alıp şehre gidip ama köşe başında, ama mağazalara götürüp, ama sokaklarda satmaya çalışacağız.”

Bu öneriyi kabul eden fabrika çalışanları arkadaşları hemen çalışmaya başlarlar kısa zamanda üretim artar fabrikada çarklar dönmeye başlar ve fabrikayı kapanmaktan kurtarırlar.

Bu özveri, böyle düşünceler, mesaili çalışmalar, tarih oldu. Yukarıda anlattıklarım masal oldu. Anlatsanız kimse dinlemez. Gülüp geçerler. Mesaiden sonra çalışmayı bırakın mesaide dahi özverili çalışanlar yavaş yavaş ve sessizce kaybolmaya başladı. 

İşe girerken görev tanımım nedir diye soruyor ve yazılı olarak istiyor. Onun haricinde yere burnu düşse almıyor. Tanımının haricindeki bir işin ucundan tutmuyor. Seyrediyor.

Kurum menfaatiymiş, yaşatmakmış, kurumun itibarıymış, bunlar umurlarında değil. İşsiz kalırım diye de bi endişeleri de yok. 

Bu başka ülkelerde geçerli olabilir ama bizim geleneğimizde böyle bir çalışma şekli yok. Alınterinin, helal lokmanın biz de çok değeri ve köklü bir geleneği vardır. Hatta dinimizce bereketin ana unsurlarından biri olarak anlatılır. Kolay kazanç, hakedilmeyen kazanç, kolaycılık, üretken olmayan bir çalışma ile ancak günü kurtarmış olur. Yuvarlanan taş yosun tutmaz, tembele iş göster akıl versin, bu tür daha birçok deyimler çalışkan olmayanlar için söylenir.

Sessiz istifa tarzının hızla benimsenmesinde pandeminin payı olsa gerek. Evden çalışmak, hem işveren hem çalışan için karşılıklı menfaatlerin bazı kazanımların olduğu düşüncesiyle bir müddet daha devam edecek gibi gözüküyor. 

Ben yine gelenekten gelen biri olarak, işleyen demir pas tutmaz diyerek. El emeği göz nuru alınteriyle helal kazanç helal lokma kazanacak şekilde çalışmayı; ağız tadının, keyfin, huzurun, mutluluğun, yaratıcılığın, yapılan işten zevk almanın, güven kazanmanın, aile bağının, yaşam kalitesinin arttırdığını savunuyorum.

DOKUZ KÖYDEN GEÇTİM.

Bugün 29 Ekim Cumhuriyetimizin 99. yılı. Cumhuriyet, demokrasi, devrimler, aydınlık eğitimli kalkınan Türkiye. Neyimiz var idiyse Atatürk sayesinde var oldu. Ne mutlu bizlere gelecek nesillere. Cumhuriyet Bayramımız hepimize kutlu olsun. 

Bugün öyle estirdim, Saruhanlı tarafına gideceğim. Manisa’nın doğu kapısından çıkmadan sola dönen yola saptım, dağa ovaya o kayakın ki Manisa, geçidin altından çıktığında Manisa ovasında pedal çeviriyor oluyorsun. Rüzgar karşımdan geliyor ova, dümdüz, nasılda geliyor pedalın beş turundan biri rüzgarı karşılamak için dönüyor. 

Birkaç traktöre rastladım onun haricinde rüzgarın kulaklarımdaki uğultusundan başka ses yok. Pamuklar toplanmış, mısırlar biçilmiş, üzümler kesilmiş velhasılı ovada işler bitmiş şimdi mütalaalar yapma zamanı sattın mı? kaça sattın? Muhabbetlerinin yapıldığı kahvelerde çaylar içiliyor yılın yorgunluğu atılıyor. 

Tabiatta uykuya dalmak, ovanın sessizliğine bürünmek üzere: Asmalarda sarının binbir tonuna boyanmış, pamuğun sapları kurumuş yaprakları gazel olmuş, topraktan gelmişler toprağa dönüyorlar, renkleri aslına yani toprak rengi olmuş. Çam ve zeytinlerin haricinde yeşil kalmamış, kayısılar bademler dutlar tabiatın tablosu  herbiri başka renge boyanmış. Empresyonizme takılıyorum. Herbir bitki, ilahi dokunuşlar ile renkleniyor bundan esinlenen Monet’in fırça darbeleri gibi.

İnsan yalnız kalınca özeleştiri yapacak vakti oluyor. Bas bas pedalı nereye kadar noluyor hababam debabam çevir, rüzgar bi yandan nefesler ardı ardına, netice, boş. Bizim Yusuf geldi aklıma. Başkan yardımcılığı dönemimde arabayı kullanan şoför Yusuf. Blackberry telefonumu değiştirmiş iPhone almıştım. Yusuf’a gösterdim aylak işi başkanım dedi, güldüm. Yalan değilmiş. Bu pedallama işinde onun sözünü hatırladım aylak işi. Yusuf derviş bi adam. Tarihi Kentler Birliği toplantılarına gidiyoruz Sivas, Malatya, Kayseri gibi. Bas Yusuf bitmez bu yollar bitmez, bassana yahu. Sıkıştırdıkça telaşlanıyor en son kullananı bizim olduğumuz Audi altı veya yedi vites. Telaştan vitesleri karıştırınca araba kendini kilitliyor 70-80 km’ye düşüyor motor strese giriyor yani. Çekiyoruz sağa stresini attırıyoruz öfkesi diniyor arabanın, yola koyuluyoruz. Derviş adam sabırlı, ben söylendiğimden pişman o yaptığından pişman bi müddet konuşmadan gidiyoruz. Allah selamet versin iyi adamdı. Benden sonra emekli oldu.

Yeniharmandalı’nın kıyısından uzaklardaki tepelerin üstü taş ocağı kazılarından beyazlamış, karlı gibi gözüküyordu bir daha baktığımda bayağı yakınlaştığımı farkettim. Uzun ince düz bir yoldan sonra Mütevelli’ye geldim. Depremden zarar gören tescilli bir camiyi kurul kararı ile yıkmış aynı plana ve yapım tekniğine uygun yeniden yapılıyordu, yolumun üstü uğradım. Toplama para ile yapılıyor yavaş gidiyordu inşaat.

Saruhanlı’dan Paşaköy’e geçecektim. Güres tavuk işletmesi, Yonca turşu fabrikası, Özgür tarım üzüm işletmesi Özgür Bey, bi vesile ile tanışmıştık. Geçen sene uğradığımda üç beş paket işlenmiş üzüm vermişti çok dememe rağmen aklıma Samsun’lu İstanbul ev arkadaşım Süleyman geldi ona gönderirim dedim bak çok değilmiş demişti. Bu sene bi daha uğramak lazım üzüm kokusu celbetti. Saruhanlı’da oyalanmadım Adiloba’nın içinden geçip devam ettim. Geçen sene Saruhanlı belediye başkanı Zeki Bilgin pandemi ile ilgili aşı yapan hemşire ile olan vatandaşın heykelini yaptırmış. Mumdan heykel gibi basit ve kompozisyon zayıftı. Söyledim kendisine ama artık yapılmıştı.

Manisa’nın birçok ilçesinde birçok camide kalem işi yazılar ve süslemeler var korumaya alındılar. Bundan 200-250 sene önce kalem işlerinde maharetli ustalar bu köylere gelerek boğaz tokluğu ve konaklama bedeli olarak camileri süslemişler. Bu heykel işi de zamanımızda bu ustalar misali “Ne vereyim abime?” diyen garsonlar gibi “Ne yapalım başkanım?” demiş olmalı. Kalem işi ustaları hakkını vermişler ama bunlar yanından geçmişler. Paşaköy’ün yoluna girdim köfte yiyeceğim öğleyi bayağı geçirmiştim. Rüzgar köftenin kokusunu getiriyor gibiydi sanki. Batuhan’dan köftecinin adını öğrenmiştim. Kahvedekilere sordum “Selamün aleyküm, Köfteci Ramazan’ın dükkanı nerede avcılar kulübünün karşısında dediler? İşte bak sağ tarafında. Sağolun, buyrun beraber yiyelim. Afiyet olsun. Köfteler iri, pideler tereyağlı, domates lezzetliydi. “Ustam TilkiSüleymaniye’ye nereden gideceğim? Sağa dön doğru hiçbir yere sapmadan önce Tepecik sonra… sağol. Novigasyonum var ama sohbet olsun yol boyu kendi kendime konuşmuştum.

Tepecik’ten transit TilkiSüleymaniye’ye döndüm. Güzelbahçe’ye yaklaşırken tasa tuttu. İzmir İstanbul yoluna trafiğe gireceğim emniyet şeridi dar ama tırtlamışlar giremiyorsun, mecburen araç yoluna çıkacağım. Kelle koltuk araçlar vın vın ama açığımdan geçiyorlar yolları açık olsun. Terminal yolundan Manisa merkezine girmiştim. Terminal yolundaki trafik ışıklarında kırmızıda indim bisikletten birkaç kırmızı daha yandı bu arada uyuşmuş olan el kol bacak hareketleri yapıyordum son yeşilde geçtim.

Manisa Merkez’e Şehzadeler‘e gelmiştim saydım dokuz köy geçmişim yazdıklarım doğru olmasına rağmen kimse kovmadı, ama 59, de sen ona 60 km ellerimi karıncaladı.

VEFA MİNNET BİRLİKTE ANILIR.

4000 yıllık Manisa. Tarihi mi? Talihsizliği mi? Bu kadar yaşa, olmadık şeyler gelsin başa.

İmar planı dedik olmadı, kentsel dönüşüm dedik olmuyor, eğitim istatistikler söylüyor, lise ve sonrası eğitim %9, ekonomi dedik acaba OSB? Mum dibine ışık vermiyor, Manisalı dedik kimse kıpırdamıyor, Batının batısı dedik viranelerden geçilmiyor, otopark dediler yapıldı kimse girmiyor, caddeler kırmızı ışıktan geçilmiyor, büyükşehir olacak en son illerden biri olacakken Manisa siyasete kurban edildi gidiyor. Kasaba, şehir, kent olduk bol geldi. 100.000 ağaç diktik 100.001 olmadı, binlerce metre kare yeşil alan binlerce bir olmadı.

Umut, çaresizliğin son çırpınışı, ümit, belkilerin beklentisi, istikbal, karanlıkların ötesi, Manisa.

Her parsele kentsel dönüşüm yapmakla. Manisa artık son treni de kaçırdı. Dönülmez akşamın ufkuna hüzünle bakarken dede niye ağlıyorsun diyen torunuma, güneş gözümü aldı yalanını söylerken küçücük aklıyla ben de bakıyorum ya dede. Dedem senin ki ümit, benim ki umut.

Postacı fıkrası gibi hafta sonları Manisa’yı gezerim. Organize sanayiye uzun zamandır gitmemiştim. Akgedik’e kadar dayandım Gürle Deresi’ne kadar. Yeni yeni fabrikalar yapılmış, çok yenilerinin inşaatları devam ediyor. Caddeler Avrupa da gördüğüm gibi, inşaatlar yapılıyor özendiğim gibi, yeşilin içinde planlı muntazam imrendiğim gibi, yollar caddeler ağaçlar büyümüş birinci ikinci üçüncü kısım gibi, idare binası alanı, kampüs diyorlar CBÜ’de böyle olsaydı dediğim gibi, Manisa geçmişi, Kanunî gibi, Fatih gibi, geleceğe taşımalı dediğim beklentim gibi… 

OSB’ye taşınmak istedim hem de sınırlarından dışarı çıkmayacak şekilde. Her ihtiyacı orada görelim dominik cumhuriyeti gibi ufacık ama kocaman yüreğiyle, cesaretiyle geleceğe bakarken onu doğuran şehre örnek olur gibi.

Canım Türkiyem, kim ne kaybetti de Manisa bulsun. Bırak kirli Gediz akmasın zehirini saçsın, o da artık sulamıyor ovasını sondajlar aldı onun sulamasını. Gediz grabeni adına diyorlar o kadar su çekiliyor ki derinlerden 3000-4000 metreden obruklara yer açıyoruz bir gün hepimiz uyurken gömüleceğiz.

Mülteci dahi Türkiye’yi terk ediyor. Bize başka Türkiye yok bu topraklar vatanımız.

Bir avuç toprak için uğrunda ölenler bıraktıklarını,

Kalksınlar da görsünler bizlerin neler yaptıklarını. (3.Ekim.2015)

Gelelim 2022’ye. Manisa’nın çok öncelerine gitmek hem yazıyı uzatır hem faslı aslını geçer. Kısadan konuya girelim.

Manisa’nın yerli nüfusunun %80’ni tarımla uğraşırdı. %20’si memur ve çeşitli işlerde çalışırdı. Bu memurun birçoğu da tayin olurum Manisa’dan koparım deyip memuriyette yükselmezdi. Bu yüzden Ankara’da Manisa’nın işini koparacak, halledecek bakan, müsteşar, genel müdür, olmazdı. Tarım yönünden ağalar beyler oldu ama Manisa ekonomisine katkı sağlayacak tarımsal fabrikatör olmadı. Diğer sanayi kollarına da akıl erdiren mektep medrese okuyan çıkmadı. OSB’nin kurulma yıllarında Manisalılardan bir iki sanayici çıkayım dedi ancak  onlarda bilgisiz ve tecrübesizliğe yenik düştü. Sanayi yönünden de Manisa ekonomisi bir değer kazanamadığı gibi geriden gelenlerin de hevesleri kursaklarında kaldı. Teşebbüs, hayalleri, ümitleri suya düştü.

Yani iğne dürtmek, çekiç sallamakla, aile ziraati modeliyle Manisa geldiyse bugünlere böyle emekleyerek geldi. Peki bundan sonra noldu?

Vefat edip öbür dünyaya göçenlerle, hayatta kalanlar başka şehirlere ülkelere göçettiler. Boşalan Manisa’ya rağmen nüfusta artış durmadı aksine göçle doldu da doldu. Organize Sanayi geliştikçe ihtiyaca binaen artan göç nüfusu sanayiye destek oldu. Hatta Manisa’dan gelen, yetmeyen, çalışan işçi nüfusu diğer yakın il ve ilçelerden sağlandı. 

Ekonomi bitince eğitim kültür, sosyal hayatta bitti. Ekonomi bitince yardımlaşma, maddi destek, işleri de bitti. Bir okulda engelli çocuklara sınıf yapılacak, engelli çocuklara okul veya eğitim tesisi yapılacak, sokakta kalmış yaşlılara, mağdur olmuş kadınlara sığınma evi yapılacak, yarım kalmış bitirelemeyen okullar tamamlanacak. Yeni eğitim müesseleri, yurtlar, sağlık tesisleri yapılacak. Hastanelere sağlık cihazları alınacak, yaşlı bakım merkezleri yapılacak. Tüm bunlar zengin, ekonomisi, eğitimi, sosyal yaşamı olan kentlere mahsus işler. 

Veya.

Tarihi, geçmişi, konumu, arazisi, arazi yapısı, suyu, enerjisi, yeraltı zenginlikleri olan Manisa’ya; dünyaya ihracat yapan, ülke ekonomisine katma değer sağlayan, vergi veren, OSB yapıldıysa bu OSB’deki tesisler, fabrikalar bulunduğu yeri görmemezlikten gelemezler. 200’e yakın hatta daha da artacak olan bu fabrika sayısı ve tesislerin, mutlaka bir araya gelip, ihtiyaçlarına, ekonomilerine, kalkınma ve gelişmelerine katkı sağlayan Manisa’ya bir vefa borcu gözüyle bakmaları gerekir.

Kendi aralarında, zaten her birinin kuruluş amaçlarında da olan sosyal hayata katkı sağlama projeleri kapsamında, bir araya gelerek bir kurum hatta vakıf oluşturmalılar. Maddi kaynaklarının gelirleri vergileri nispetinde bu kuruma maddi destek yatırıp bütçe sağlayıp bu kurumunda Manisa’da  yapılmak istenen yukarıda saydığımız sosyal hayatın gerekleri olan yerlere katkı vermeleri tamda bir vefa borcudur.

Cumhuriyet dönemi yapılan açılan her fabrika bir sosyal projeydi; bahçelerinde çok maksatlı salon, tenis kortu, spor alanları, lojman, konuk evleri, kreşleri vardı. Bu şekilde açılan ve çalışan fabrikalar, aidiyet duygusu, gönül bağı, özverili çalışmayı sağlıyordu. Her bir çalışan işçinin sünneti düğünü nişanı bu salonlarda yapılıyor çocukları çalışma saatlerinde bakılıyor, yöneticiler 24 saat fabrikadaydı. Gelen konuklar yemekhanede kahvaltı yaparken öğle yemeği yerken işçiler konuklarını tanıyor, izliyor, gözlüyor çocuklarının onlar gibi olmaları için birer hedef seçiyorlardı.

Tarladan gelen köylünün, evden çıkan kadının, üretim ve kalkınma için çalışırlarken dünyaları da değişiyordu ufukları açılıyor, özverileri, kendilerine güvenleri artıyordu..

Üretim yapan her bir müessesede çalışanlara, onların soluduğu havaya, içtikleri suya, yaşadıkları kente, çocuklarının eğitim aldıkları okullara, kreşlere, spor tesislerine, yeşil alanlara, yurtlara, engelli engelsiz, yaşlı, bakıma muhtaç her bir ferdine ve bu fertlerin yaşadığı kente yapılacak maddi veya ayni destekler bu kente bir vefa borcudur.

Ana caddelerde, yollarda trafikte, farklı yerlerde, kültüründe, sosyal hayatında, eğitiminde bu kurumların getirdiği birçok olumsuzluklarla yaşıyorsak; önümden giden arkamdan gelen her türlü olumsuzluğa rağmen seyrüseferde bulunan servis araçlarına, yol vermem o araçlara saygılı davranmam, yeni açılacak organize bölge alanlarına, bu konudaki yeni planlara, yatırımlara, destek vermek teşvik etmek de benim minnet borcum olmalıdır.

OVA KÖYLERİ

“Bugün nereye gitsem bazen önümde, arkamda, bazen tüm haşmetiyle karşımda duran Dumanlı Spil Dağı ve eteklerinde dümdüz sere serpe bereketli topraklarıyla uzanmış Gediz’in eşsiz ovasında, gezindim.” Aslında gezindik hem de kırk kişi demeyeyim akla “Açıl susam açıl gibi” olumsuz şeyler çağrıştırıyor. 39 kişiydik. 16’dan ufaklar ebeveynlerinden izin kağıdıyla, 70’in üstündekiler bir tek ben doktor raporuyla gelmişler. 

Hareketimiz Bülent Koşmaz Parkı’ndan başlamıştı. Önde kılavuzumuz yolları, rotaları, rampaları hatta her yörenin köpek sayılarına kadar bilen (Köpek sayılarını nereden biliyor: Şehzadelere de, Büyükşehre de yazmış “Kısırlaştırın şunları yılda iki defa en az beş altı yavru doğuruyorlar memlekette barınak yapmakla bu sayılara ulaşamazsınız kısırlaştırın sizlerde ben de kurtulalım. Bahçemde sığınmacı köpeğin yavrularına bakmasam vicdan azabı, baksam mülteci olacaklar. Çözüm bulunmasından biliyor köpek sayılarını.) Yüksel Gemici başı çekerken, arkada artçı Remzi Yıldız, biz yolda adam bırakmayız der gibi ayrıca her türlü ilk yardım tıbbi müdahale gereçleri ile dolu çantasıyla arkayı yoklayarak geliyordu. Başkan İlker Uzelli arada, kah öne doğru kah arkalarda çoğu zaman ortalarda pedallıyor 39 kişiyle sohbet ediyor hem yola, hem tura ısıtıyordu bizleri. Korkağa sormuşlar “Savaşa giderken neredeydin” diye. “Giderken arkada kaçarken en önde” demiş. Ben, önde gittiğimde ihtiyara bak deyip tempoyu yükseltirler, arkada gitsem turu yavaşlatıyor derler hüsnü kuruntusuyla ortalarda gidiyordum. Hatta rampalarda takviye yapsın diye 25 km sür’at yapabilen 250 kwh’lı küçük bir motoru ön tekerin göbeğine taktırmıştım. Sadece rampada değil, hüsnü kuruntu duyduğum turu yavaşlatmamak da kullanırım tedbiri için. Ama tüfek icad oldu misali kullanmamaya özen gösteriyordum. 

Sabahın soğuk havası. bisiklet kıyafetlerimize çarpıp dönüyor bazen rüzgara kaptırdığımız iniş aşağı gidişlerimizde kulaklarım ile ellerim yarım eldivene rağmen parmaklarımda Şubat, havasını donduracak kadar hissettiriyordu. Uzun eldivenim çantamdaydı ama dur al giy, gruba uymak daha ağır basıyordu. 

Köy yolları boyunca köpeklerin gruptan uzak koşarak havlamaları hiç eksilmedi. Bizler umursamaz bazen de dalga geçer gibi gel beraber gezelim diyenlerimiz dahi vardı. Oysa her birimizin, yalnız turlarken en büyük korkusu bu can dostlarımızdı. Bağlı olanlar çitlere tırmanır gibi ayağa kalkıp gösteri yaparken, başıboşlar gav gavlarıyla ovanın sessizliğini bozuyorlardı.

Bağlarda budak yapanlar bu kadar kalabalık bisikletli grubunu gördüklerinde işi gücü bırakıp seyre dalıyorlar, bağırarak hayret nidaları atıyorlar, bizler de karmakarışık seslenişlerle cevap veriyorduk. Fotoğrafçı Rasimimiz enstantane yakalayacağı noktaları önceden kestiriyor rüzgar yaparak gruptan kopuyor, ok atımı menzil uzaklığında artistik duruşunu alıp bizleri bekliyor yere yapıştırdığı telefonu ile, bizleri mahşerin atlıları görünüşüyle büyütüyor bisiklet tekerlerimiz ekvator dairesini andırırken üstündeki bizlerin, başı göğe değiyordu.

Her bir köye girdiğimizde tüm köpekler bahçe duvarlarının arkasından köyü inletiyor köye girdiğimizi duyuruyorlardı. Köy kahvesinin bahçesine, her birimiz istilacı havasıyla dalıyor, bisikleti dayayacak bir ağaç ararken sehpası olanlar yanıbaşlarından eksik etmiyordu bisikletlerini. Kahvedekiler kalabalığı görüp maşallahları sıralarken kahveci de çay tepsisine bardakları sıralıyordu. Kılavuz, zamanı kontrollu kullanmak için mola süresini bağırırken hareket saatine herkes uyuyordu. 

İlk molamızı Hacıhalilleri geçtikten sonra Hamzabeyli’de verdik. Sinirli’den sonra Musacalı’da yine çayladık. Uzun mola için Gümülceli’yi geçince Koldere’ye geldik. Kurban kavurma yiyenler öyle methettiler ki bir hafta sonu kurban kavurma turu yapacağız Koldere’ye. Yeniharmandalı’ya geldiğimizde gardımız düşmüş vaziyette söylediğimiz çayları kahveci duymadı bile. “Hadi Manisa’ya az kaldı” diyen kılavuzumuz son bir gayret veriyordu gruba. Nitekim Manisa Hali’nin önünde bisiklet üstünde mola verdik yolun kenarında, “Bundan sonra serbest sürüş ile herkes evlerine dağılabilir, güzel bir sürüştü, zevkli bir tur oldu diyen eski başkan kılavuzumuz Yüksel Gemici, klüp, dernek, yarış, granfonda derken emekliliğinin dinlencesini bu işe kurban etmişti. Bisikletli gençlere örnek olmak için o illet sigarayı dahi bir gecede bırakmıştı.

Bisiklet: İki teker, sağ sol pedal, bastığın müddetçe ayakta durur ve yol gidersin. Yolda kalanın patlak lastiğini yamarken tüm ekip durur biri yamar ama herkes o anla ilgili anılarını anlatır, güldürür, yorgunluğa ortak olur. Yol boyunca herkes birbirine saygılıdır. Yayaya selam, durana yardım ister misin? Çalışana hayırlı işler, yorguna kolay gelsin, diyen herbir bisikletlinin arkadaşlığı, yoldaşlığı, yardımlaşması, hayattan bir kesittir. Hatta ta kendisidir. 

Bu pandemide dahi kıymetini bilmeyip ayrıca akaryakıt zamlarıyla artan servis fiyatlarına karşı okuluna bisiklet ile giden öğrenciler dahi için, şehir içi bisiklet yolllarını çoğaltamayanlara ithaf olunur.