DEDELER DE ZAMANINDA…
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde pireler berber, develer tellal, iken, ben dedemin beşiğini sallasam bana ayıp sallamasam dedem uyanıp kalkıp gelecek.
İşte böyleydi çocukluk masallarımız, muzırlık gözlerden okunuyor uyumamak için direniyorduk. Günler uzun mu uzun, uyu uyu gün bitmek bilmiyor. Sokak bizi bekliyor, çıkarken tembihleniyorduk geç kalmayın baban erken gelecek her sokağa çıkışta söylenirdi ama babamın erken geldiğini görmezdik. Akşam ezanı okunurken kulağımıza takılan iki parmak uzatırken kulak memesini kafayı çevirmeye imkan vermezdi eve sürükler gibi götürülmesini. Abim annemin emriyle kendine iş edinmiş şımartılan evin küçüğünü tutmuş kulağın çüçüğünü minek çıkarıyor hazır eline düşmüşken. Acıkan karnımızın gurultusunu evde anamın yüksek sesten terbiyesi bitince duyuyordum. Çok geçmeden babam gelir sofra kurulurdu. Koca gün yaramazlığın ört basını yalakalık ile geçiştirmeye şirin gözükmelerle şaklabanlık yapar, yanaşırdım sofrada babamın dizine.
Anamın şikayeti yetmezdi bize tokat attırmaya, “sen yüz veriyorsun” deyip babama sarardı. “Çocuk bunlar yapacaklar akılları havada” ha yaşa be baba, anamda yahudi kampında ki gestapo subayı gibi.
Yorgunluktan, gündüz uyuyo numarası yapmaktan, erkenden uyuyakalırdık, odamıza gitmez laf dinleyeceğiz diye oracıkta kedi gibi kıvrılırdık sobanın yanında. Taşınırken kucakta giderken yatağa naz sırası bize gelir başlardık vızıklamaya. Kucakta kim taşıyorsa evin büyüklerinden “Vızıklama zıbar artık.”
Sabah bir daha ki sabah bir daha ki… günler geçip giderken akşamları gecelere ekler, her şeyimizin ellerimizin, ayakkabılarımızın, küçücük aklımızın küçük olduğu yetmezmiş gibi başımızdan bir karış havalarda olduğu günler çoktan gelip geçmiş, sen orta büyüklükte olsan da önce evdekiler büyütürdü; “koca adam oldun hala tembellik yapıyorsun. “Bi baltaya sap olman lazım” baltaya sap olup da kimi neyi kesmeye alet olacaksak.”
Delikanlılığın bıçkın, zıpkın, çapkın daha başka bütün ‘kın’ ların sahibi olduğumuz üzerimize yakıştırdığımız günlerdi. Saçlarımızı bir yana yatırmak bazen arkaya taramak için kadın çorabı geçirilmiş kafayla yastığa baş koyduğumuz her işi ama her işi boş koyduğumuz, bir kulaktan girip öbür kulaktan çıkanlarla bir taraftan bakılınca diğer tarafı gözüken iki delikli kafamızda ki; gözlerimizin ilk göz ağrısını aradığı, kulaklarımızın dünyada ki güzel olan üç şeyden birini duymak için dikleştiği, aklımızın bir karış havada nasıl oluyorsa kartal edasıyla yükseklerden uçtuğu, ayaklarımızın yere basmadığı bu da nasılsa, sigarayı Clark Gable edasıyla içip dumanını gizlemek için ceketimizin içine üflediğimiz zamanlardı o günler.
Ucuz biryantinin kafaları parlattığının yanında, düşük belli kalın kemerli bol paçaların bacaklarımıza dolaştığı zamanlarda etekleri zil çalanların da aklımıza dolandığında uzun takipler ve laf atmalar ile takılmaların sonu konuşma fırsatını; umursamaz edalarla dinler gibi gözüken, başımızdan giden aklımızın kuaför görmemiş uzun saçlara, boyanmamış kara gözlere, alınmamış hilal kaşlara, bağlanan havai aklımızın zıpkın çapkın yapımızın ilk zaferiydi o günler.
Sinemalar, pastaneler, uzun soluklu gezilen dar sokaklar, görülme korkusuyla sokağının köşe başında bırakılan eller, mahallesinin bakkalı ile samimiyetlerin kurulduğu günlerdi. Ramazan da davulcunun peşine takılıp bahşiş toplayan çırak edasıyla sevdiğimizin kapısında maniler söylediğimiz günlerdi o günler…
Şimdi mi? Şimdikiler zamane. Geçip gidenleri masal gibi torunlarımıza anlatıyoruz tabii sansürlü taraflarını es geçerek.
“Dedeee, sen hiç aşık oldun mu?”
Yorumlar kapatıldı.