İçeriğe geç

MANİSA’LI MİMARLAR

25/04/2017

 

Haftalar öncesi tarih öncesine gideceğimizi kararlaştırdık.

-Milyon yıl.

-Atma abi. Dediler

-Tamam gidince görürsünüz dedim madem öyle inanacağınız, on bin yıl.

-Ehh ama yine inanmadık.

-Tamam o zaman 300 de anlaşalım ısrar etmeyin geliyor musunuz?

Evet hem de ailecek. Dediler.

 

O hafta oteller dolu zaten gideceğimiz bir otel var o da doluymuş haftaya tamam, ayırmışlar. Karar verdik arzın merkezine zamanda yolculuk yapacaktık. Merak uyandıran esrarengiz bir seyahat olacak.

 

Kahvaltıdan sonra yola çıktık. Develerin tellal, sineklerin berber, anka kuşlarının kafeste beslendiği bir diyara gidiyor gibiydik. Sabah mahmurluğu muydu yoksa bilinmeyene gidişin heyecanı mı? Nefesler yol boyu tutuldu.

 

Zamana alışalım jet lag olmayalım diye yakın zamandan başladık. 300 yıl öncesine gittik dar bir sokağa girdik hemen takıldık ilk evin görüntüsüne karınca yolları diyorum ben buraya kaybolmamanın imkanı yok çıkmazından kıvrılıp bükülenine, git git bitmeyenine kadar. İki kolunu açsan iki yan duvara değecek, saçaklar zaten iç içe, cumbalar hayranlık derecesinde. Zamana direnen sıvalar, kat kat boyalar, Ahşapları aralanmış, eşikleri aşınmış, halkaları paslı, kapı kolları yassı, menteşeler kopuk, şakulü yamuk, açmakta zorlanılan sokak kapıları. Tüm bunlara rağmen misafirperver edasında hoş geldiniz gıcırdamaları.

 

Zamanda yolculukta saat ayarını yapacak ve aşamalı zamanda kaybolmanın endişesiyle o zamandan gelen dejavuların gücünden metafora dönüşen zamanımızı anlatacak bir tarih ve zaman bilimcisiyle beraberdik.

Ahşapların tavanda ki motiflerinden merdiven trabzan başlıklarına, ocaklıkların davlumbazlarından dolapların ahşap oymalarının tarihlendiği ustalıklar. Hayatlarında kocaman başlıklı kabara çivilerin üzerinden tornalı korkuluklarına, oda kapılarında ki geçmeli ahşapların ustanın adını dillendirecek oymalarında ki zerafet.

 

Bir başka evin kara divlit taşlarının aralarında ki beyaz derzlerinin cephesinin orta yerinde üç beş basamaklı mermer merdivenlerinden çıksan zamana uzanacağın hislerin, elini uzatsan değecekmiş gibi seni bekleyen ümitlerin. Geleni görmek isteyen rum evlerinde sokağa açılan pencerelerine karşılık, içerlek mutaassıp, mütecessis; sokak kapılarından avluya girilen her evin avlusunda ki bereket timsali nar ağaçlarının arkasında ki türk evleri. Kafesli pencereleri, kahve renkli ahşabın yanında bem beyaz badanalar. Reyhan kokuları, sakız sardunyalar. Yıllanmış komşuluklar.

 

Akşamına Kula’lı saz sanatçısının söylediği türküler, konuşturduğu sazı ile Neşet Ertaş’tan Aşık Veysel’e Musa Eroğlu’ndan Anadolu ezgilerine, Kula yarenlerine kadar gece boyu Anadolu’yu gezdik. Eşlik ettik sevindik, aşklarıyla sevildik, sözleriyle hüzünlendik, sazın tellerine bağlandık Anadolu’da gezindik.

 

Sabah otelden yola çıkarken milyon yıllara, on binlere arzın merkezinden gelen kilometrelerce akan lav akıntılarının gizeminde dejavu. 300-500 bin kilometrekarelik Jeopark bölgesinde 70-80 volkan konisinden akan magmanın Afrika kıtasını boşalttığını söyledi tarihçi hocamız. Coğrafyacı gezgin Strabon henüz literatürde yokken tepeciklerin parladığını dumanlar ateşler çıkardığını coğrafi yapının değişimini M.Ö.24 de söylemiş. Şimdi jeopark dediğimiz yere.

 

Divlitlerin sustuğunda; dünyanın soğumaya yüz tuttuğunda, lavların donup taş kesildiğinde, Gediz’in yer yer çağıldayıp uçurumlardan uçtuğunda, kartalların yüksek, şahinlerin süzüldüğü divlit tepelerinde, ot bitmez kara taşlarında milyon yıllar sonra çiçeklerin açtığında, çıra gibi parlayan, divlit gibi patlayan, Gediz’in yataklandığı, yerin altının üstte çıktığı, gizli saklı hiç bir şeyin kalmadığı, içi dışında Kula.

 

İşte şimdi milyon yılın altta kaldığı on binlerin üste çıktığı kim saymış diye meraklanıldığı karaların aka aka yayıldığı meteordan metafora dönüşmüş zamana geldik.

 

2000 yıl öncesini aklımızda yaşatırken insanlığın bu topraklarda yetiştirdiği asmalarda lezzetli üzümleri, şaraplık bağlarıyla Adının Kollida olduğu kayalara oyulmuş binlerce kral mezarlarının bulunduğu, medeniyetlerin yaşandığı Roma imparatorlarının termal sularda yıkandığı, Germiyanoğullarının başkent yaptığı o Kula’nın bu Kula olduğunu hayal ettikçe; böylesine konakların, zengin fakir her milletten insanların kardeşçe yaşadığı bu topraklarda yaptığımız zamana yolculuktan dönüş için otobüsümüze binerken zaman çoktan geriye dönmüştü.

 

Kapı halkaları belime dolanmış kafam tahta kanatlar arasında.

Zonkluyor düşüncelerim ıssızlıkların girdaplarında.

 

Sessiz şarkıların nağmeleri çınlarken kulaklarımda

Unutulmuşlukların hülyaları gözlerimin buğularında

 

Hasretli düşüncelerimin puslu kuytularında.

Bir bir geçerken mahşerin atlıları nal sesleri taşlarında

 

Yankılanıyor hıçkırıklar dar sokakların kara duvarlarına.

Yalnızlıklarım sürtüyor her bir taşın karalıklarına

 

Tahta kepenkler kapanıyor kafesli pencerelere

Çaresizliğimin hüsranları daralmış nefeslerimde.

 

Konu komşu ayrılıkları mahalle bir bir gurbette,

Renkler siliniyor çivit maviler duvar, kırmızı kiremitlerde.

 

Yaşantımın iklimleri sarıyor dört yanımı buz kesiyor ellerim

Dizlerimin sızılarında ki akşamlar, ayazlarda ki ürpertilerim.

 

Karabasan gibi basıyor bastırıyor zifiri karanlıklar.

Sabah sabrımın sınavına yetişiyor, umutsuz sapkınlıklar.

 

Son baca da sustu dumansız onca bacalar gibi

Sessizliği dinliyorum ümitlerimde kapı çalınacakmış sanki.

Reklam

From → KULA

Yorumlar kapatıldı.

%d blogcu bunu beğendi: